27 Aralık 2010 Pazartesi

Gorillaz - The Fall

Efenim, Gorillaz daha 2 gün önce yeni albümünü çıkardı taze taze. Hemencecik indirdim. Ama korsana hayır tabi ki, bunu silip orijinalini alıcam.

İlk şarkıyı açtığımda şaşırdım önce. Phoner to Arizona adlı parçaları eski albümlerinden birinde de olan 911 adlı şarkının ta kendisi çıktı. Sonra korktum. Şarkıların tamamının farklı adlarla yeniden albüme konmuş olabileceğinden korktum. İkinci şarkıdan sonra bu korkumun yersiz olduğunu gördüm.

Şarkılar özlediğimiz Gorillaz tadında. Diğer yazımda da belirttiğim gibi the Snake in Dallas çok tatlı bi şarkı olmuş. Aynı şekilde Aspen Forest da çok güzel. Bu arada unutmadan ekleyeyim. The Joplin Spider adlı olan da Massive Attack'ın bi şarkısı. 100th window albümündendi yanlış hatırlamıyor isem. Araştırmadan kendi tahminimi yürüteyim, sanırım Damon Albarn'ın Massive Attack'a konuk solistlik yaptığı bi şarkı olsa gerek bu.

Sonuç olarak efenim hararetle tavsiye ediyorum, edinin, dinleyin. Plastic Beach hayal kırıklığından sonra eski albümlerin tadını yakalamışlar.

5 Aralık 2010 Pazar

Kızıla Boyalı Saçlar


"..Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız kalakaldı : Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, anlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?.."

" Ben size yeni ufuklar açtım ama öyle salaksınız ki, bu ufukları göremediniz. Kuzen, ben geleceğe aitim. Bunu söyle onlara. Sen bir şeyler anlamışsındır ama onlar ümitsiz vaka. Bunu söyleme onlara. "

Yunan yazar Kostas Mourselas'ın şaheseri gerçekten çarpıcı, yıkıcı olmuş. Neredeyse kendi kendinizi sorgulamaya mecbur bırakıyor. Ağır bir solculuk havası seziliyor. Kahramanların hemen hemen hepsi ideolojilerine sıkı sıkıya bağlı olan saf solcular. 40'lı 50'li yıllarda Yunanistan'ın ne kadar berbat bir yer olduğu da açık şekilde betimlenmiş. İnsan ilişkileri konusunda ağır dersler veren bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

13 Ağustos 2010 Cuma

Tekken

Hep hoşuma giden filmleri yazacak değilim ya. Bu sefer de ağır hayal kırıklığına uğradığım bir uyarlama filmden bahsedicem. Gerçi Tekken'den ne kadar çekici bir senaryo çıkarılabilirdi bilinmez. Ama bu kadar da kötü olmasaydı yahu.

Nerden başlayayım bilemedim. Konu saçma sapan, yerlerde sürünüyo. Direk oyunculara geçeyim en iyisi.

Oyunculardan ikisi hariç hiçbiri tanıdık gelmedi bana. Uzakdoğuda geçen filmlerin klasik kötü adamı Cary-Hiroyuki Tagawa var Heihachi rolünde. Makyaj çok başarılı, çok benzemiş. Zaten filmde başarılı bulduğum 2 şeyden biri makyaj ve kostümdü. Diğeri de oyuncu seçimi zaten. Tanınmamış oyuncular seçmişler ama oyundaki karakterlere en iyi oturan oyuncuları seçmeye gayret etmişler. Neyse. Boksör Steve Fox rolünde de fantastik filmlerde acıklı hikayesi olan -mecburen- kötü adam rollerinden hatırladığım Luke Goss var. Blade 2'de Nomak ve Hellboy 2 : The Golden Army'deki Prince Nuada rolleri en bilinen oyunculukları. Daha doğrusu benim aklımda kalanlar. Christie Monteiro rolündeki Kelly Overton ise bir tv oyuncusu. Neredeyse tüm dizilerde bir ya da iki bölüm oynamış. Filmdeki kostümleri gerçekten kışkırtıcı. Başrolde Jin Kazama rolündeki (ne alaka Jin başrolde?) Jon Foo ise daha önce bilinen bir filmde göz önünde rol almamış. Batman Begins'de figüranlığı var dikkat çeken.

Daha da uzatmak istemedim. Dediğim gibi makyaj-kostüm ve oyuncu seçimlerinin oyun karakterlerine oturması haricinde berbat bir film. Hele de Tekken seviyorsanız hiç izlemeyin derim.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Alice in Wonderland

Aslında şu hani bazılarının takık olduğu Tim Burton amcayı pek sevmem.Filmleri abartılı gelir gözüme,samimiyetsiz bulurum.Sevdiğim birkaç filmi vardır.Big Fish,Mars Attacks,Planet of the Apes gibi.Çoğu filmi gereksizdir gözümde.Ama bu filmi gerçekten beğendim.

Konu bildiğimiz,çocukken hepimizin okuduğu kitapla örtüşmekte.Artemisia'nın da dediği gibi bazı karakterlerin üzerinde gerektiği kadar durulmadığını düşünüyorum.Tamam, Tim Burton yeterince hayalperest olabilir.Filmi yapmadan önce belki bin kez kitabı okumuştur,ezberlemiştir.Ama sanki kitabı okuyan çocukların Wonderland'i ve karakterlerini hayallerinde nasıl canlandırdıklarını araştırsa daha verimli olabilirdi.En azından ben olsam öyle yapardım.

Kadroya baktığımızda Tim Burton biricik karısı Helena Bonham Carter'ı Red Queen rolünde oynatmış.Sırf karısı olduğu için torpil geçtiğini düşünmüştüm izlemeden önce.Ama yeterince tatmin edici buldum kendisini.Mad Hatter rolünde de yine Burton amcanın favori oyuncusu Johnny Depp var.Oyunculuğuna laf söyleyecek değilim.Hatta Pirates of Caribbean : The Curse of the Black Pearl filmindeki rolüyle oscar adayı gösterildiğinde onun alması gerektiğini düşünüyorum.Muhteşem bir oyuncu.Ancak bu rolün adamı o olmamalıydı.Jim Carrey olsa kusursuz otururdu diye düşünmekteyim.White Queen rolünde de son yılların parlayan yıldızı Anne Hathaway var.Yapım büyük olabilir,film önemli olabilir,görsellik açısından sinema tarihinin kilometre taşlarından biri olabilir.Ama Anne Hathaway bu filmle zaman kaybetmiş sanki ; başka projelere yönelip daha çok kendisini,yeteneğini,kamera önünde ışıldayışını gösterseydi daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum.Dikkatimi çeken bir oynculuk da -daha doğrusu seslendirme- Cheshire Cat'i (gülümseyen kedi) seslendiren Stephen Fry oldu.Ses tonunun oturaklılığı,dolgunluğu çok etkileyici.Kıskandım açıkçası.Assolisti sona saklamayı tercih ettim.Alice rolündeki Mia Wasikowska'yı daha önce izlediğim herhangi bir diziden ya da filmden hatırlayamadım.İmdb amcaya sorduğumda da hafızamın beni yanıltmadığını gördüm.Tim Burton'ı bu konuda kutlamak gerek.Alice'i olması gerektiği gibi oynayacak oyuncuyu bulmuş.Özellikle mimiklerini kullanışına hayran oldum.Zaten -büyük ihtimalle bu filmden sonra- 2011 yılında vizyona girecek olan ve çekimleri bu aralar devam eden Jane Eyre filminde de başrolü kapmış.Uzun yıllar boyu oyunculuğunu daha da geliştirerek sergilemesini umut ediyorum.

Sonuç olarak aslında söyleyecek pek fazla söz bırakmadım.İzleyiniz efenim.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Fourth Kind

Gelelim sevmediğim bir film türüne.Korku.Neden sevmiyorum? Çünkü küçükken izlediğim Chucky,Elm Street gibi filmlerden aldığım tadı alamıyorum.Yaşla da ilgili tabii ki.Korkutamayıp sıkıyolar anca.

Senaryo gerçek röportajlardan yola çıkarak oluşturulmuş.Gerçek olay diyemiyorum ; çünkü pek inanmıyorum.Mantığım inanmamı engelliyo.Hele de Paranormal Activity'den sonra amatör çekimlerin yer aldığı filmlere karşı bir önyargı oluştu içimde.

Kadroya bakalım.Röportajların büyük kısmını veren psikolog Abbigail Emily Tyler rolünde Milla Jovovich var.Tek başına bir filmi izlemek için yeterli sebebi oluşturmakta kendisi.Özellikle kızının kaçırıldığı sahnedeki oyunculuğu beyaz perdede sadece güzelliği sayesinde olmadığını gösteriyor.Sheriff August rolünde Will Patton var.Kendisini The Punisher'daki Quentin Glass rolüyle hatırladım ben.Oyunculuğu yeterli,tatmin edici.Dr Tyler'ın meslektaşı ve arkadaşı Abel Campos rolünde de Elias Koteas'ı görüyoruz.O da Shooter'da derin devletin kötü adamlarından biri olan Jack Payne rolüyle hatırlatıyor kendisini.Psikolog rolünde daha çok beğendim.

Film gerçek olduğu iddia edilen olayları anlatmakta.Bazı sahnelerin polis ve psikolog kameralarıyla kaydedilmiş orijinal görüntüleri de filmde gösteriliyor.İnandırıcılığı arttırmak için olduğu açık.İnanıp inanmamak size kalmış.Ama işin o boyutunu gözardı edersek izlemeye değer bir film.

2 Mayıs 2010 Pazar

Precious: Based on the Novel Push by Sapphire

İşte gerçekten muhteşem bir film.Yürek burkan,insanın içini sızlatan bişe.

Kadroya bakalım önce.Rol seçmelerinde tam hatırlamıyorum ama çok kişi arasından seçilen Gabourey "Gabby" Sidibe , Claireece "Precious" Jones rolüyle yılların tecrübeli oyuncularına taş çıkarmış.Mimiklerini,ses tonunu kullanışı kusursuz neredeyse.Hayran kaldım.The Blind Side'ı izlemedim henüz,yani Sandra Bullock'un rolünü görmedim ama -bence- Oscar'ı almalıydı.Annesi Mary rolündeki Mo'Nique ise hayli başarılı.Heykelciği de boşuna almadı zaten.Bir komedyenin nasıl drama oynayabildiğinin dersini veriyor.Ms. Rain rolünde Paula Patton da çok başarılı.Güzelliğini yerinde kullanışıyla göz kamaştırıyor filmde.İki de sürpriz isim var.Bunlardan biri sosyal yardım uzmanı Mrs. Weiss rolündeki Mariah Carey.3 sahnede yer almasına rağmen başarılı buldum.Diğer sürpriz de hemşire John rolündeki Lenny Kravitz.

Hikayeye dönelim.İnanılmaz bir trajedi barındırmakta.16 yaşında ve parlak bir zekası olmayan bir kızın katlandığı bunca şey insanın tüylerini ürpertiyor.Acılarından hayallerine sığınmaktan başka bir şey gelmiyor elinden.Ensest sapık ve tecavüzcü bir baba ona down sendromlu bir kız vermiş.İkinciye de hamile.Annesi ise kocasını kızından kıskanıp kızına karşı davranışlarında acımasızlığın sınırlarını zorluyo.

Daha fazla spoiler vermek istemedim.Ama gerçekten izlenmesi ve ders alınması gereken bir film.

29 Nisan 2010 Perşembe

Kiss Kiss Bang Bang

İtiraf etmeliyim ki bu filmi daha önce izlememiştim.Merak da etmedim.Bugün tv'de denk gelince baştan itibaren bi yarım saat izlediğimde "Güzel film bu.Ama dublajın içine etmişler" deyip altyazısıyla indirdim ve izledim.Ve gerçekten etkilendim.Nasıl oldu da bu filmi daha önce izlemedim diye kendime kızdım.

Kadroya bakalım.Son zamanlardaki favorim Robert Downey Jr. , Harry Lockhart rolünde oyunculuğunu konuşturmuş.Gay Perry rolünde Val Kilmer'a inanamadım.Her zaman gözümde orta karar bi oyuncu iken bu filmde gözümde ilahlaştı.Sebebi ise şudur : Gay rolü oynamak her yiğidin harcı değildir.Hakkıyla oynayan iyi oyuncudur.Bunu bilir bunu söylerim.Zaten aklıma gelen diğer kaliteli oyunculuk Usual Suspects'deki Fred Fenster rolüyle Benicio Del Toro idi ki o da sevdiğim oyunculardandır.Neyse efenim.Diğer başrol oyuncumuz olan Michelle Monaghan da diğer ikisinin yanına yaklaşamasa da göze batmıyo.Benim bildiğim filmler içerisinde ilk başrolü bu.Hatunun diğer filmlerine baktığımda filmlerde onu gördüğümü çıkaramadım.Ama hep gözünüzün biyerlerden ıssırdığı yan roldeki güzel hatunlardan.

İşleniş gayet güzel.Shane Black'in ilk yönetmenlik deneyimi harika olmuş.Tam bir deli saçması ama aynı zamanda da mantıklı.Umarım ki son yönetmenliği olmaz.Hele ki Harry'nin doğu kıyısında serserilik yaparken birden LA'in parıltıları içine dalışı çok eğlenceli.Mutlu sonla bitiyor olması da güzel.Pek beğendim.Hikâyenin Harry Lockhart ağzından anlatıldığını da belirteyim. Son sahnesi çok matraktı.

Sonuç olarak izleyecekseniz dublajlı halini izlemekten şiddetle kaçınmanızı tavsiye ederim.Çünkü bildiğiniz üzere filmdeki "fak yu"lar dublajda "canın cehenneme" olmakta.Bi anlamı kalmıyo.İzlenilesi filmdir efenim.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Shutter Island

Filmi izlerken başlarda standart bir senaryo olduğunu düşündüm.Psikopat katillerin tutulduğu (ve sonradan ortaya çıkacağı üzere üzerlerinde yasadışı deneylerin uygulandığı) akıl hastanesini soruşturmaya gönderilen iki federal dedektif ve orada kendilerini kanundan da üstün gören derin devletin desteğini arkalarına almış bir hastane yönetim kurulu.Ama sonlarına doğru gerçekten sınırlar zorlanmış.Sürpriz bir final bekliyor izleyenleri.

Dikkatli bir izleyicinin filmde görebileceği en az 5 hata göze çarpmakta.Sahnelerde kamera değişimi sırasında oyuncuların duruşları falan değişmiş oluyor.Martin Scorsese'den beklemezdim açıkçası.

Oyunculuklardan bahsetmek istiyorum.Leonardo DiCaprio iyi bir oyunculuk sergilemiş.Ancak en iyisi değil.The Departed'daki ve The Aviator'daki performanslarını gördükten sonra bu filmde yetersiz olduğunu düşünmek mümkün.Michelle Williams'ın ise mimikleri,ses tonunu kullanışı gerçekten çok güzel,çok başarılı.Mark Ruffalo ise neden orta karar bir oyuncu olduğunu göstermiş yine.Kötü değil ; ama iyi de değil.Ama benim en çok dikkatimi çeken ise topu topu 5 dakika civarı bir sahnede görülen şizofreni hastası George Noyce rolündeki Jackie Earle Haley oldu.Watchmen'de Rorschach rolünden hatırladığım oyuncunun o 5 dakikalık sahnesi gerçekten çok iyi.

Sonuç olarak hikayenin sonlarında biraz Fight Club tadı veren film izlenilesi diyebilirim.Bir Fight Club hastası olarak çok beğendiğimi söyleyemem.Ama yine de izlemenizi tavsiye ederim.

26 Mart 2010 Cuma

Lady Gaga - The Fame Monster

2 gün sonra 24'ünü dolduracak olan bu çılgın hatun gerçekten güzel bi albüm yapmış.2009'un son çeyreğinde çıkan bu albümün kritiğini şimdi yapıyorum.Çünkü ben yeni indirip dinledim.Ne yalan söyleyeyim Poker Face harici hiçbir şarkısını bilmiyodum.Dinlemeye bile tenezzül etmemiştim.Demek ki neymiş? Önyargılı olmamak lazım imiş.

Aslında ilgimi çekmesini şu blog yazısıyla sağlayan Gizem Kaymakoğlu'na teşekkürü borç bilirim.Bu ne kadar güzel bir sestir şaştım kaldım.Duptıs çıstak müzik diye dalga geçtiğim tekno müziğin hakkını vermiş gerçekten.Ayrıca sesinin berraklığına da hayran kaldım.Hele ki klipte hapisten çıkma sahnesinde Michael Jackson figürü yaptı ya,beni benden aldı.Madonna ve Michael Jackson'dan etkilendiğini de kendisi belirtmiş zaten.

Rocker'ım diye ortalıkta dolanan ben gibi biri bile bu albümü severek dinliyorsa herkese hitap ediyor denebilir.2 CD'lik bir albüm.En sevdiklerim de Alejandro,Telephone ve Eh eh oldu.Siz de dinleyin bu çatlak hatunu.

22 Mart 2010 Pazartesi

Ejderha Dövmeli Kız

Şurda bahsettiğim bu sürükleyici kitabı yeni bitirdim.İlk kez bi kitap hakkında yazıcam.Okuduktan sonra araştırma yaparken filminin de çekildiğini öğrendim.Şöyle bi göz gezdirince kitapla uzaktan yakından alakası olmadığını gördüm.Sonradan farkettim ki sanırım benim bulduğum film hikayenin ikinci kısmı imiş.Ama yine de en yakın zamanda ilkini de bulup ikisini de izlicem.Neyse,konumuz bu değil.

Kitap ufak ama ilginç bir gizemle başlıyo.Sonrasında ana karakterler olan araştırmacı gazeteci Mikael Blomkvist ve özel bir şirkette canının istediği gibi serbestçe araştırmacı olarak çalışan Lysbeth Salander'i tanıtan,yolların nasıl kesişeceğini az çok tahmin etmeyi sağlayan kurguyla devam ediyo.Blomkvist'in özel olarak aldığı iş 60'lı yıllarda tek bir iz bile bırakmadan ortadan kaybolan o zamanların sanayi devi Henrik Vanger'in yeğeni Harriet Vanger'in başına ne geldiğini öğrenmek.Ve bu iş için Henrik Vanger'den akla zarar bir ücret alacak.Yarı gönüllü yarı gönülsüz başladığı bu işe ne kadar bağlanacağını hiç hayal etmemişti en başında.

İlk başlarda biraz sıkıcı gelebilir.Çünkü hikaye İsveç'te geçtiği için isimler biraz karışık.Hatta karman çorman.Sıkça "Bu kimdi yahu" demeniz mümkün.Ama üslup gayet sade ve anlaşılır olduğu için bi süre sonra alışılıyo.Kurgu gerçekten güzel.Olayların sonuna kadar tahmin edilemez bir şekilde ilerliyo.Kitabı okumak için en yeterli sebep ejderha dövmeli kızımız ; yani Lysbeth Salander.Kusursuz bir görsel hafızaya sahip,içine kapanık,yabanî denebilecek biri.15 yaşında gösteriyo.Özgürlüğüne düşkün.Bu uğurda özgürlüğünü kısıtlayıp kendisine tecavüz eden vasisini ölümle tehdit edecek kadar,gizli görüntülerini çekip şantaj yapacak kadar da gözüpek.Sadece okurken bile çekiciliğine kapılmamak elde değil.

Kitabın kalınlığına bakmamak gerek,2 günde bitiyo.Kitapçımın verdiği bilgiye göre 3 kitaplık bir serinin ilk kitabı imiş.Şimdi işin yoksa diğerlerinin çıkmasını bekle...

21 Mart 2010 Pazar

Sherlock Holmes

Son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden biri olduğunu belirtmeliyim.Son yıllarda kötü zamanlarını atlatıp yeniden parlamaya başlayan Robert Downey Jr.'ın oyunculuğunu tam anlamıyla konuşturduğu bir yapım olmuş.Jude Law'un çekiciliği bile yetecekken o da çok iyi bir oyunculuk sergilemiş.Rachel McAdams'dan bahsetmeye bile gerek görmüyorum.Güzelliğini ve mimiklerini ustaca kullanmış.Benim Hancock'dan hatırladığım Eddie Marsan da Komiser Lestrade rolünde gayet başarılı.Guy Ritchie'nin yönettiği film zaten 2 dalda Oscar adayı oldu.

Filmin konusu ise şeytanvarî kötülüğe ve -sözde- gizemli güçlere sahip Lord Blackwood'un (Mark Strong) önce ingiliz parlementosunun,sonra da dünyanın kontrolünü eline geçirmeye çalışması ve Sherlock Holmes'ün onu durdurmaya çalışması etrafında dönüyor.Filmde ayrıntılara verilen önem göz doldurmakta.Neredeyse kusursuz dedektif Holmes'ün gözünden bir şeyin kaçtığını ne yazık ki göremiyorsunuz filmde.Neredeyse kusursuz dedim,çünkü tek zaafı Irene Adler.Dünyanın en iyi dedektifinin zayıf noktasının da profesyonel bir suçlu olması da ayrıca eğlenceli olmuş.Senaryonun işlenişi aslında izlerken tam da beklediğiniz gibi ilerlese de hiç sıkıcı değil.2 saatten biraz uzun olan film göz açıp kapayıncaya dek bitiyor.Tekrar tekrar izlemek isteyebilirsiniz.

Misyon ~ Vizyon

Aslında hep aklımın bi köşesinde böyle müzikle,sinemayla,kitaplarla,yayınlarla ilgili bi blog yapmak vardı.Ama ilk blogu açarken de olduğu gibi çekincelerim vardı.Ailem ve yakın arkadaşlarım bilerek ya da bilmeden beni ikna etti.Özellikle pek de kolay beğenir olmayan annemin üslubumu beğenmesi bu blogu açarken beni en çok gaza getiren unsur oldu.Yazar olmanın hala zor olduğunu düşünüyorum.Blog açmayla yazar olunmuyo.Gerçekten bunu iyi yapanlar var.Saygı duyduklarım var.Bi yandan da iki üç film izleyen,bikaç kitap okuyan "ben kültürlendim,her poka ahkâm keserim" ayağına girmiş.Diğer blogu açarken de olduğu gibi "benim neyim eksik" dedim.

Bu blogda yazacaklarım kısaca izlediklerimle,dinlediklerimle ve okuduklarımla ilgili olucak.Sade,anlaşılır ve tamamen subjektif.Bikaç gün önce birkaç yazarla birlikte açmak istiyodum.Ama subjektif olcaksa tek olmak daha iyi."artize bak,iki üç yazı yazdı biyeri kalktı" diyenler de olacaktır.Olursa olsun,ne çeşitler görüyorum ben.Gösteriş olsun diye,kendini bi haltmış gibi gösterip hava yapmak için yazmıyorum en azından.İt ürür,kervan yürür.Ben işime bakarım.